17 Kasım 2015 Salı

Paris-IŞİD-Ankara

Paris saldırısı, şu ana dek Dünya basınının sınırlı olarak dikkatini çeken IŞİD terörünü ayyuka çıkardı. İnsanları "markete dahi gidemeyecek" kadar korkutmak istediğini açıkça ifade eden IŞİD, Fransa'nın tepkisi ve mültecilerin durumu hakkında aynı zamanda hocam olan; İstanbul Bilgi Üniversitesi Rektör Danışmanı ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Emre Gönen ile konuştuk.

Uzun yıllar Strasbourg'da bulunan Emre Gönen, Fransa Siyasetini, Avrupa Birliği'nin iç ve dış ilişkilerini en iyi bilen akademisyenlerden biri olarak Paris saldırısını, IŞİD'i, Ankara katliamını ve mültecilerin bundan sonraki akıbetini, merak edenler için değerlendirdi.


1. Geçen akşam bir programda “artık IŞİD’i besleyenler, bunu bıraksalar da önüne geçemezler” demiştiniz. Paris saldırısı da bunun sağlaması gibi. Ankara, Beyrut, Paris… Özellikle başkentler… Bir seri katilin izleri gibi, sizce devam edecek mi? Sırada kim olabilir?


Sırada kim olduğunu bilemem, ancak Batı Avrupa ülkelerinde büyük bir operasyon başlayacaktır. Ne kadar başarılı olur, kestirmek çok zor. Ne var ki, adım adım yapılan terör saldırılarının bu düzeyde bir katliama yol açabileceğini öngörememiş istihbarat örgütleri var karşımızda. Bundan sonra çok daha etkili çalışacaklardır, ne var ki bu tür bir terör, “rahatlıkla polisiye önlemlerle engelleyebileceğiniz” tür bir tedhiş organizasyonu değil. 1970’i yıllarda Almanya ve İtalya’da gerçekleşen terör olaylarına da AB ülkeleri büyük ölçüde hazırlıksız yakalanmıştı. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın kefareti diyebileceğimiz bu kentsel terörden sonra, AB ülkelerinde bu tür ciddi bir terör dalgası olmadı. Varolan aşırı sağ yükselmesi, daha ziyade bireysel terör olaylarına ya da yabancı düşmanlığına mal edildi. Almanya’da yıllar sonra tamamen tesadüfen bir yer altı Nazi tedhiş örgütünün varlığı anlaşıldı, bir dizi Türk işçisi cinayetinin onlar tarafından işlendiği ortaya çıktı. Kısacası, AB içinde son gördüğümüz “Cihad” yanlısı bir örgütlenmeyi ciddi biçimde engelleyecek istihbarat ve emniyet yapılanması var mı, çok şüpheli. Böylesi bir yapılanma kısa zamanda gerçekleşmeyecektir. Dolayısıyla zor ve gergin dönemler AB ülkelerinde muhtemelen Müslüman azınlıklar için yaşanabilir. Yükselen aşırı sağ hareketler için, bu saldırı son derece kullanışlı bir provokasyon kaynağı olacak. Bunun karşısında çok daha iyi ve inandırıcı bir perspektif ortaya koymak gerekiyor. Bu da AB siyasetçileri ve liderleri için hiç kolay değil.

  
2. Ortada tonla iddia dönüyor. Türkiye Fransız ve İngiliz basını tarafından IŞİD’i palazlandırmakla suçlanıyor, aynı tartışma uzun süredir Türkiye içinde de sürüyor zaten, Türkiye’deki muhafazakârlar ise karşı tarafı aynı iddia ile suçluyor. Siz ne düşünüyorsunuz, Fransa’nın her şeyin başında IŞİD’le nasıl bir ilişkisi vardı gerçekte?
 

IŞİD temel olarak Baas rejimi tarafından yaratıldı, İran da Rusya da ses çıkarmadılar. Türkiye’de İslam referansı olan hiçbir örgüte “terör örgütü” dememek konusunda bazı takıntılarımız olduğu için, bu tedhiş örgütünün baştan “terör örgütü” olarak yaftalanması uluslar arası planda işlerimizi kolaylaştırabilirdi. Bunu yapmayarak hem Musul’da Başkonsolosluğumuzun basılarak bir dizi Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden görevlinin rehin alınması tuzağına düştük, hem de uzun bir süre, bu rehineler yüzünden IŞİD’e gerekli tavır alınamadı. Bir diğer yandan, Türkiye’nin “açık sınır” politikası, Suriye’den çok sayıda yaralının Türkiye’ye geçmesini ve tedavi olmalarını sağladı. Bunların içinde IŞİD üyeleri de olabilir, ancak bu genel olarak insani bir yaklaşımdı, çok sayıda çok çeşitli fraksiyonlarda Esad rejimiyle çarpışan insanın hayatı da kurtuldu. Ne var ki, iç politikada “Türkiye IŞİD’e yardım ediyor” ithamı o kadar çok kullanıldı ki, Türk hükümetinin gerçekten IŞİD’i fiilen desteklediği gibi bir algı dış basında oluştu. Bunun somut hiçbir kanıtı ortaya konmadı, sadece silah taşıan birkaç adet TIR ile ilgili çok ciddi bir skandal yaşandı. İstihbarat örgütü üyeleri Askeri güçlerle çatışma düzeyine geldi. Ancak herkesin bildiği gibi IŞİD’in silah bulmak için Türkiye’den gelecek birkaç kamyon mühimmata ihtiyacı yok. ABD’nin Irak ordusu için yaptığı silah, ağır silah ve mühimmat yığınaklarını olduğu gibi ele geçirdiler. Musul’u işgal ettiklerinde Merkez Bankası rezervlerini tümüyle ele geçirdiler. Zaten bugün itibarıyla IŞİD güçlerine karşı çıkıp onları püskürtecek bir silahlı güç de yok. IŞİD de zemin kaybetmeksizin pozisyonunu koruyor. Daha çok ABD ve AB kökenli, çok az sayıda da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından hava bombardımanları gerçekleştirildi. Ancak YPG dahil hiçbir kuvvet, kent savunması dıışında IŞİD ile baş edemedi. Kürt silahlı güçleri dışında kimse de zaten pek denemedi. Irak Merkezi Hükümetine sadık birlikler tümüyle Şii milislerden oluşuyor ve bu güçler kendi bölgeleri dışında savaşmayı reddediyorlar. Bir anlamda şu aşamada kimse IŞİD’in üzerine kara harekatı ile gitmeyi düşünmüyor. Onlar da bu konjonktürden iyi istifade ediyorlar. Kısa vadede bir kara harekatı düzenlenecek ortamın oluşacağını sanmıyorum. Rusya bizzat savaş alanında, özellikle de son derece gelişmiş SU-30 gibi savaş uçaklarıyla Esad güçlerini ve İran milislerini destekliyor. Herkesin silahlı olduğu bir ortamda Suriye’de, Esad destekçisi ülkelerin silahlı güçleriyle çatışmadan kara harekatı yapamazsınız. BU endenle IŞİD daha bir süre pek ciddi tehdit altında değil bence.

3. Charlie Hebdo saldırısında, Türkiye’den, özellikle liberal ve sola yakın birçok gazeteci büyük destek vermişti Fransızlara; konuyu manşetlere ve köşelerine taşıyarak. Bu yüzden davalık olanlar bile oldu, ancak Ankara saldırısı sonrası, başta sağa yakın olmak üzere Fransız Basını katliama çok duyarsız kalmıştı. En azından yeteri kadar ilgi göstermediklerini görebildik. Şimdi, ne yazık ki terörün ibresi yeniden Paris’e döndü. Fransız basını Ankara katliamında, bu küresel tehditi öngörememiş ya da empati gösterememiş olabilir mi? 
 
Ankara katliamı, tabir yerinde ise “göstere göstere” oldu, çok ciddi bir polis düzeni olduğu halde, başkentin kalbinde iki intihar bombacısı saldırı gerçekleştirebildi. Bu anlamda, Paris katliamı çok daha hazırlıksız yakalanılmış etkisi veriyor. Charlie Hebdo ise, ifade özgürlüğünün merkezi olarak bilinen Fransa’da inanılmaz bir şaşkınlık, üzüntü ve infial yaratmıştı. Bu saldırılar birkaç ay arayla en iyi korunduğunu düşündüğümüz ülkelerde birbiri ardından yer alıyor. Bunun karşısında bir “acaba kim hangi saldırıya ne kadar üzüntü gösterdi” tartışması içindeyiz. Muhtemelen terör de, bu şaşkınlık, dağınıklık ve birbirine güvensizlik ortamında çok daha rahat hareket edebiliyor. Acımasız bir toplum olma tehlikesiyle de karşı karşıyayız. Özellikle sosyal medyada yazılan, çizilen son derece nahoş, inanılması zor ifadeler var. Ulsulararası terör ile “sen benim yasımı daha az tutmuştun” tavrı takınılarak mücadele edilemez. Bunu bilmekte ve hatırlamakta yarar var. Fransa gibi, çok iyi kontrol edilebilen, silah bulundurmanın zor olduğu, vatandaşlık bilincinin çok yüksek olduğu, demokratik anlamda ciddi sorunların olmadığı bir ortamda bu saldırı gerçekleşebiliyorsa, Türkiye’de neler olabileceğini bir an düşünüp, ciddi bir işbirliğine girmemiz hayati önem taşıyor. 

 4. Hollande OHAL ilan etti. 1955 yılından beri ilk ülke çapındaki OHAL bu. Ayrıca sınırlar kapatıldı. Bizde böyle bir gerek görülmemişti. Sizce hem Avrupa ülkeleri hem de Türkiye ne kadar tehdit altında, hâlâ? Daha korkunç şeyler sırada olabilir mi?
 
Saldırı gerçekleşince bu durum ilan edildi, ayrıca 12 saat içinde Cumhurbaşkanı halka 3 kez seslendi, tüm bakanlarıyla birlikte… Sınırları daha ziyade kaçışları engellemek için kapattıklarını düşünüyorum. Bu olanların çok garip olduğunu sanmıyorum, başkentinizde sekiz kişi, yüz otuz kişiyi öldürür bir o kadar insanı da ağır yaralarsa, bu bir savaş halidir. Bunun karşısında Ankara katliamında olduğu gibi İçişleri Bakanı çıkıp da “emniyet önlemlerinde bir eksiklik yoktu” deseydi, muhtemelen Fransa halkı ayaklanırdı. Ancak AB oluşumuyla gerçekleşen bir barış kültürü yer etti kamuoyunda. Böylesi saldırılar geçmişte kaldı, en son 1960 lı yılların başında Cezayir savaşı sürerken Paris’te siyasi cinayetler işlenmişti. Kamuoyunun hiç bilmediği bir terör ortamı birden oluştu. Bunun yaratacağı travma ile Fransız yetkililer daha uzun süre uğraşacaklardır. 

      5. Bu durum özellikle Avrupa’yı tek kurtuluş kapısı olarak gören mültecileri nasıl etkiler? Ve elbette Türkiye’yi?   


Hiç iyi etkilemeyeceği apaçık ortada. Onlar da aynı düşmandan kaçıyor ancak AB kamuoylarına bunu anlatabilecek karizma ve desteği olan lider neredeyse yok gibi. Angela Merkel gerçek bir siyasi lider gibi davrandı bu konuda ve AB’nin siyasi bir açılımının önünü ilk kez Almanya açtı. Ancak Merkel’in partisinin yüzde kırklarda giden popülaritesi bir anda sekiz dokuz puan aşağıya indi. AB içinde Polonya başta olmak üzere bir dizi ülke Almanya’nın mülteci alma önerisine karşı çıktılar. Merkel’in kendi partisi içinde ona karşı cephe açıldı. Kolay değil bu ortamda vizyoner bir siyasetçi olmak. Hatırlatmak için söylüyorum, İkinci Dünya Savaşı’nın kahraman siyasetçileri, Churchill olsun De Gaulle olsun, savaş patlamadan önce eksantrik ve son derece marjinal konuma itilmiş insanlardı. Churchill bir daha kabineye girebileceğini düşünmüyordu, De Gaulle ise albay rütbesiyle emekli olamak aşamasındaydı. Her ikisi de Hitler ordularına karşı ülkelerinin ve milletlerinin onuru haline geldiler. Zor koşullar, gerekli liderleri çıkarabilir, umutsuz olmamak gerekiyor. Benzer biçimde, Mustafa Kemal en umutsuz koşulların yarattığı liderdir. İttihat ve Terakki yönetimi, yaşanılan 1918 felaketinden sonra kaçtıklarında, çok az insan Mustafa Kemal’in kurtuluş mücadelesinin tartışmasız lideri olabileceğini düşünüyordu. Oysa vizyonuyla Versailles sistemini Türkiye açısından berhava eden, yeni bir dönem açan liderdir. Bunu da hatırlamakta yarar olabilir diye düşünüyorum.

3 Kasım 2015 Salı

Öldürülenlerin Diyeti

       


       Yanıldık. 

       Tahminlerimizde çok fena yanıldık, çünkü biz öldürülenlerin aileleri değildik. 

    Paramparça bedenlere bir zaman süt veren annenin sızlayan göğsü bizim değildi. Sindirilemeyeceğimizi haykırırken ne denli dürüst olabildik? Ben mesela… Düpedüz sindirildim aslında. Korktum. Ya küçücük çocuğumla bir vapurun ortasında patlatılırsam, ya minik bedeni savrulursa soğuk suya diye korktum. Belki benim korkum verdiğim oya yansımadı, ama tuzum kuruydu nihayetinde. Ben Türkiye denen bataklığa dönmüş yurdumdaki en konforlu alanda yaşıyorum. Belki Bayraktar kadar zengin değilim, ama ülkenin büyük kısmına rağmen utanmadan refah içinde büyütebiliyorum çocuğumu.

      Aslında içten içe utanıyorum.

    İnsanlara bir şeyi iki kolay yolla yaptırmak mümkün hepimiz de biliyoruz bu yolları. Vicdansızlaştığımızda kullanmaktan çekinmeyeceğimiz yollar. Hepimizin. İlki korkutmak. İliklerine kadar korkutmak. Özellikle kadınları korkutmak, evlatlarıyla sınamak, çünkü kadınlar korkarsa herkes korkar, bunu biliyorlar. Asker annelerini, eşlerini, o güzelim kürt çocuklarının annelerini, kardeşlerini… Nitekim başardılar. Televizyondan izlerken pek anlayamıyor olsa gerek insan; bir anne nasıl dondurucuda saklar ki çocuğunu? Kokmasın diye! Yahut her gece korkuyla nasıl uyur bir adam ekmek teknesi yağmalanır, sokak ortasında kurşunlanır da çocukları babasız kalır diye! 

ekranlar her "seçim" "tek başına iktidar" dediğinde bu cümle çınlıyor kulaklarımda


    Bunları yaşayan binlerce insan vardı bu ülkenin doğusunda. Ve heyhat! Ülkenin tam göbeğinde, başkentinde öyle ansızın da değil, bile bile – göre göre paramparça oldu insanlar… Hani dostlar, arkadaşlar, anneler, teyzeler, çocuklar… Ondan biraz önce de zaten gencecik, körpecik fikirlerini, etleriyle havaya savurdular… Devlet izlerken, bile isteye, öylesine.
Yazdığımız her kelimenin demir parmaklığa bir yol çizdiği bu ülkede biz artık 3. Sınıf vatandaşız. İstenmeyenler. Diyeceksiniz ki hani sen ülkenin en refah yerinde oturuyordun! Kastım refah içinde oturacak kadar kazananlar değil; eli kalem tutanlar, tuttuğu kalemle haykırmaya cüret edecek –meşhur tabirle- MANKURTlar.

      İkinci yol da bilgisiz bırakmak, eğitimsizleştirmek. 1960’tan bu yana, zaten henüz eğitime kavuşan bir ülkede, halkı sistematik olarak eğitimsizleştirmek demokrasiyi kötünün lehine çevirmek değil de nedir. Mağduriyeti, ezilmişliği bir kazanç kapısına dönüştürmek için istenen  kitle, ezilmişlerin zaferini yüceltecek eğitimsiz ve fakir bir toplumdur. Yapboza dönüşen eğitim sistemiyle, içi çöplükten ibaret müfredatlarla zombileşen insanlar, aç bırakıldıklarında ve arada şekerleme uzatılıp sevindirildiklerinde ses çıkaramadılar, çünkü çıkış yolunu sağlayacak bir eğitimler, eğitimleri olsa da işleri, destekleri, sosyal hakları yoktu. Kim kızabilir ki engelli oğluna bakmaya çalışan maaşsız yaşlı bir kadına devlet desteği denen üç kuruşluk yardım karşısında oy verdiği için?

     Ama kızabileceklerimiz var! Sürekli şanlı atalara öykünen, aslen acziyetinden kaçan bir kitle… Nasıl kızmaz, nasıl öfkelenmez insan! Gencecik ölülerimize lanet yağdıran, adamın birine “sultan” diye tapan, onu aç bıraksa da “olsun! Razıyım!” diyene nasıl çıldırmaz insan olan! Bu hırsızların, katillere göz yumanların yanında olmak, kötüye koltuk çıkmak, ona yardakçılık yapmak değil de ne!

     “Ama adamlara helal olsun! Arttırdılar işte oylarını!” diyenlere hayretle bakıyorum, öldüre öldüre 5 ayda ekmeğine kan doğradıkları insanların, üzerine bir de ödedikleri diyet bu! Yaşayabilmek uğruna ödedikleri diyet hem de! 

      Tek Parti İktidarı’nın “Teşekkürler Türkiye” reklamını izliyorum ve diyorum ki “söylemle davranış ne kadar da başka” oysa söylediği gibi davransa yanında olmaz mıydık? Ama artık o noktayı çoktan geçtik, biliyoruz ki o fabrika ayarlarına asla dönemezler, çünkü sapıklaştırdıkları, kendilerine tapan, şirk peşinde bir kitle yarattılar. Paraya ve güce tapan o insanlar artık bize yabancı. Ötekileştirmek mi bu? Ötekileştirilen bizken hem de! Ben kötülerle aynı safta kalamam! Hırsızlarla, katillere “ağam paşam” diyenlerle kucaklaşamam.

      Nasıl yaşarım bilmiyorum, ama

      Yapamam.

8 Ekim 2015 Perşembe

Meseleler Bitmez

bu yaziya olsa olsa marianne baslik olurdu 

Yazmayalı hayli zaman oldu. 
Hele derin meselelerde yazmayalı, memleket işlerine burun uzatmayalı daha da fazla. Bizim topraklarda en feministim diyenin bile anne olunca o köküne kibrit sıkılası erilliğe paçasını, kolunu ve hatta yetmeyip ruhunu kaptırdığı bin yıllık düzende bir anne olarak ben ancak yeniden yazmaya başlayabiliyorum, ki bu da kreş denen, bu pek şahane sosyal devlet çatısı altında nakit akıtarak erişebildiğimiz ve elbet çocuğun da faydasına olan kurumlar sayesinde oluyor.
Bizim memlekette mesele bitmez. Işte girizgâhta da belirttiğim üzere eğer kadınsanız hiç bitmez. Her gün,  her an bir yerlerde bir kadın tükenmekte,  aslında suyu sıkılarak, canı alınarak tüketilmektedir. Üstelik bu ataerkillik öyle bir sinmiştir ki içine memleketin; kadınların hatrı sayılır bir kısmı da bu mezalime destek verip çanak tutmaya devam eder... Nitekim MESELE yalnız erkek milletinin atalardan yâdigâr erkilliği değil de direk toplumun beyninin erilliği olagelmektedir. Bir kadın da pekâlâ kısır, hiçbir üretkenliği olmayan, buzdolabını açınca 3 değil 2 boyutlu görebilen (gülmeyin var böyle bir araştırma!) eril bir beyne ya da ruha sahip olabilir.
Yani kadının infazcısı bir değil iki ve hatta üç.  Ataerkilligini göğsünde bir nişan gibi taşıyan erkekler, farkında olmadan bilinçaltına sızanlari savunan kadınlar,  bir de hepsinin ata-babası devlet! 

Hah işte!  Bundan gayrı biz bu devlet denen kabuslar aygıtından, onu var eden, ancak sonra ona tapinmaya başlayan erk aklından ve ona çanak tutan kadınlardan uzun uzun bahsedeceğiz bu blogda. Bloga yazacak kelâmı olan dişi akılları da üretmek üzere buyur edeceğiz!  

Çocukla meselenin aslına uzun bir ara vermiş olabilirim, ama daha çomak sokacağım pek çok Derin Mesele var! 
Hadi bakalım çomaklar hazır mı kaďınlar? ;)